Perşembe, Ocak 26, 2012

saraybosna - mostar (2011)

     
        tecavüze uğramış güzel ve masum bir şehirdir sarajevo
dayanamayıp siz neden ve nasıl bu kadar güzelsiniz diye sorduğum sıcakkanlı insanların şehri.

şehirde hala silahların, bombaların, savaşın daha doğrusu saldırının bıraktığı izler var. zaman bu izleri yıllar içerisinde yok edecektir belki fakat insanların gözlerindeki hüznün nesillerce aktarılacağını ve çok daha zor kaybolacağını anlamak zor değil.

bu şehir, turistik gezi yapacakların beklentilerini karşılamayacaktır ama oraya gitmek zorunda kalan, beklentisi olmayan insanları derinden etkileyecektir.
sokakta yürürken şarkı söyleyerek para kazanan küçük çocuğun ağıt gibi yankılanan sesini duymak ürpertirken, bascarsija'sında yürümek anadoluda bi çarşıda geziyormuşsunuz hissi verir. bascarsija'ya ulaşım sık sık geçen şirin ve de eski tramvaylarla sağlanır.bascarsija'nın simgesi tarihi sebilden su içenin şehre tekrar geleceğiyle ilgili efsane burada da geçerlidir. kahvaltınızı boşnak böreğiyle yapabileceğiniz şehrin en özel yemeği ise cevapcicidir. ardından güzel bir boşnak kahvesi iyi gelecektir. türk-osmanlı kültüründen derin izler taşıyan bu kültürde, ilginçtir ki bir tek çay alışkanlığımız benimsenmemiş.

türk olduğunuzu söylediğinizdeki sevgi gösterileri duygulandırıyor insanı, ayak üstü sohbetlerde o sırada hangi türk dizisi yayınlanıyorsa hemen ondan bahsetmeye başlıyorlar ve sohbetin sonunda buruk bir gülümsemeyle"allaha emanet" diyererek vedalaşıyorlar. yaşadıkları yıkımın adaletsizliğini sorgulamak yerine, bu durumla derin bir inançla başetme yolunu seçmişler, tepkileri ve başkaldırıları seçtikleri din olmuş bir anlamda.

şehrin içinden geçen nehrin ismi miljacka'dır, nehrin üzerinde birçok köprü görürsünüz. bu köprülerden biri olan latin köprüsü, senelerce bize tarih kitaplarında anlatılan, avusturya-macaristan imparatorluğu veliahtı franz ferdinand'ın gavrilo princip tarafından öldürülmesi ile1. dünya savaşı'nın başladığı söylenen yerdir. tarihin izlerini sürmek için günübirlik bir mostar ziyareti yapmanız yeterli olacaktır. (bkz:mostar köprüsü)

sarajevo duygusuz, taş kalpli bir insanın bile içini acıtacak ve kendisine hayran bırakacak asil bir şehirdir.

not: bence geceyi mostar'da geçirmek pek gerekli değil, saraybosna'dan günübirlik ziyaret için uygun bir mesafede. konaklamak için israrcı olanlara önerim, çok güzel bir tarihi konak olan http://www.muslibegovichouse.com/.

sabah çok erken çıkış yapacağınızı, kahvaltı hazırlamasına gerek olmadığını belirttiğiniz halde, sandviç, içecek ve meyvelerle hazırlanmış bir paketi hazırlayıp, giderken almanız için kapınıza asan bir adam işletiyor ve bu tarihi konağın hikayesini dinlemezseniz alınabiliyor, giderseniz ona türkiye'den selam götürün lütfen.

Çarşamba, Ocak 25, 2012

marketing olayları

en parlak fikirlerin kimden çıkacağı asla tahmin edilemez.

şöyle ki; yıllar önce cep telefonları yeni yayılmaya başladığında, herkeste ister istemez bir yandan özenti, bir yandan da çekinceler var. gidip de ben bir hat alayım, cep telefonu alayım diyen sayılı. sabit iş ve ev telefonları işi görüyor çünkü. 

cep telefonu bayilerinde ise hummalı bir satış çabası var. daha çok hat satan, daha çok prim alıyor turkcellden. derken ay sonu geliyor, sonuçlar inceleniyor ve görülüyor ki keçiören'de alalade bir şube, diğer şubelerden en az on kat daha fazla satış yapmış. turkcell hemen şubeye danışmanlarını gönderiyor, şubenin sahibiyle görüşüyor, adam satışları 20 yaşında bir elemanının yaptığını söylüyor. elemanı çağırıyor danışmanlar, işin içinde bir iş olduğundan emin, bir açıklama bekliyorlar. 

elemanın satış sırrı; hat numarasının başından "0 532" kısmını çıkarıp, ankara'daki aynı sabit hat numarasına ulaşarak, "ev telefonu numaranızın aynısını, cep telefonu numarası olarak vereceğiz, kaçırmayın fırsatı, başkası numaranızı almadan gelin alın." diyerek ikna etmesiymiş.

Salı, Ocak 24, 2012

sırça kümes (the glass menagerie) - ankara dt



bu sezon izlediğim devlet tiyatrosu oyunlarından ilki ve bu sezon ilk kez sahnelenen oyunlar arasında en çok dikkat çekeni.

tennessee williams 'ın 1945 yılında yazdığı hüzünlü hikaye, can yücel çevirisiyle karşımıza çıkıyor. tom (orhan özyiğit), laura (gülin ersoy), amanda (meltem keskin bayur) ve jim (irfan kilinç) karakterleri arasında geçen bu oyunda, izleyici ile hikaye arasına, karakterlerden birisi olan tom anlatıcı olarak yerleştirilerek, brechtyen bir tarz kullanılıyor.

gerek oyunun açılışını yapan, tom'u oynayan anlatıcı orhan özyiğit'in sil sürçmeleri, gerekse amanda'yı oynayan meltem keskin bayur'un ortaya fazlaca alaturka bir karakter çıkarması, yaratılan atmosferin seyirciye geçmesini engelledi. kendi adıma ne tom'un sinemaya sığınmasındaki çaresizliği hissettim, ne amanda'nın geçmişine sığınmasına empati kurabildim. bu karakterlerin ekonomik sorunları ve hayalleri arasında kalmalarının çaresizliği seyirciye geçmedi. hatta amanda karakterini daha önce oynayan yıldız kenter'i pek de sevmememe rağmen, kabul etmek gerekir ki, amanda'yı yıldız kenter oynasaydı, oyun baştan sona bambaşka bir hal alırdı.

ilk perdeyi sırtlayan laura'yı oynayan gülin ersoy'du (ayağındaki aksamanın sürekliliğini sağlaması için giydirdikleri garip ayakkabıya rağmen). laura'nın sırça kümes'ine sığınışı, hareketleri, narinliği, mimikleri ve kıyafetleri ile çok güzeldi. laura'nın kendine güvensizliğini yansıtışı o kadar başarılıydı ki, o his bir yerlerden tanıdık geldi. 

ikinci perdede katılan irfan kilinç ise oyunu kurtaran diğer isimdi, jim ve laura'nın diyalogları, aralarındaki enerji, jim'in yardım etmek isterken kendini kontrol edememesinden duyduğu pişmanlık ve uzaklaşma isteği, laura'nın "sanmam beni hatırlayasınız." derken an be an tereddütlerinden kurtulması, fakat umudunun sönmesi, eskisinden de ağır bir sessizliğe gömülmesi.. sırça unicorn'un boynuzunun kırılması, laura'nın kırılması, müziğe sığınması, mumların sönmesi.. 

finalde nispeten başarılı olan orhan özyiğit, bence bunu gülin ersoy'un seyirciyi finale çok güzel hazırlamış olmasına borçluydu. oyun, evindeki sıkıntıdan kaçan, annesi ve kardeşinden uzaklaşan tom'un, ne kadar uzağa giderse gitsin, vicdanını yani laura'yı bırakıp gitmesinden duyduğu suçluluğu hep yanında taşıdığını ve taşıyacağını anlatan tiradı ile bitti.

"iyisi mi sen mumları bir an önce söndür, laura."

Pazartesi, Ocak 23, 2012

activia kahvaltı zamanı

ey çalışan ofis kadını, sana sesleniyorum! sabah uykuyu bırakıp da kahvaltı edemeden evden çıkamıyor musun? simitler, poğaçalar hem mideni yakıp kavurup, hem de kilo mu aldırıyor? çözüm bu işte.

bir kutu yoğurt ve kapağının üzerinde ayrı ambalajıyla mısır gevreği ve kurutulmuş meyve parçaları. tek yapacağınız karıştırıp yemek. çok doyurucu mu? değil. öğle yemeğine kadar idare eder mi? bence eder.

eksiği var mı? var. içinde kaşık yok! danone buna acil çözüm bul ltf tşk öpt.




çok çalışmak erdem falan değildir

telefonumun alarmının dört kez ertelendikten sonra, beşinci ve son kez çaldığını, bana artık erteleme hakkı tanımadığını keşfedeli beri, dünya güneşin etrafındaki turunu birkaç kez tamamladı. ben de, son yirmibir turuna, bıkmadan usanmadan cumaları bekleyerek eşlik ettim. 

kapitalist sistem ürünü, karaktersiz alarmım ise dört turdur bana açık açık "adam gibi kalkıp işine gideceksen git, yoksa yerine gidecek çok insan var, seninle mi uğraşıcam lan?" diyor. ben de aşağı kalmıyorum tabi, mazeret izinleri elverdiğince "hasiktiriniz oradan, gitmiyorum bi yere, kapa çeneni!" diyerek kafa tutuyorum. bunun dışında bir kez benim ilişkimize ara vermişliğim ve bir kez de "yerime işe gidecek daha iyi biri" bulunduğundan zorunlu bir ayrılık yaşamışlığımız var. o zamanlar kendisini özlemle andığımı hatırlamıyorum.

denizi olmayan, karasal bir şehirde yaşadığım için yazları, renkleri heyecan verici bulmuyorum ve üç-dört günlük "adet yerini bulsun tatili" dışında deniz kenarlarına akın edilen, aşırı eğleniyoruz tatillerine pek uyum sağlayamıyorum. bence tatil, yer değiştirmek dışında işe gidilmeyen ondört iş gününe tekabül ediyor ve bu hesapta cumartesileri çalışmıyorsan, fırsatçı cumalar iki iş günü olarak değer kazanıyor. neyse ki, beynimizin içinden geçenler henüz tespit edilemiyor ve ay sonunda hayattan kaybettiğin zamanın bedeli ödenirken, dile getirmediklerinin hesabı sorulamıyor. 

alarmım her sabah muftelif defalarda erteleniyor ve fakat kaç kez ertelediği ile ilgili bir istikrar gösterilemiyor. 

iş hayatında, bazı günler telefonlar hiç susmuyor ve erteleme tuşuna basılamıyor, bazı insanlar da hiç susmuyor ve erteleme tuşları bulunmuyor. 

çekmecemde böyle günler için küçük prens duruyor.

-senin ordaki insanlar, dedi kucuk prens, bir bahcenin icinde binlerce gul yetistiriyorlar ama yine de aradiklarini bulamiyorlar.
-dogru, bulamiyorlar dedim.
-aslinda aradiklari tek bir gulde, ya da bir damla suda bulunabilir.
-evet, haklisin dedim.
-ama kordur gozler. kalbimizden başka bir şeyle iyi göremeyiz.

Pazar, Ocak 22, 2012

dubrovnik (2011)

gözün gördüğü her görüntünün adriyatik'in de etkisiyle kartpostal olabileceği güzellikte bir şehir.

benim gibi taş yapılara meraklı insanlar cennete düşmüş gibi hissedebilirler. old city'nin daracık tarihi sokaklarından geçerken çamaşır asan teyzeleri görmek mümkün, böyle bir güzeliğin içinde yaşamak sıradan bir durum onlar için, hatta belki halinden şikayet eden bile çıkabilir. yine de özellikle ankara kalesi civarında yaşayanlar aklıma geldiğinde ne kadar şanslı olduklarının farkında olmadıklarını düşündüm.

yolu düşenler benim için de nutellalı dondurma yemeden dönmesinler lütfen. bunun dışında deniz mahsülleri için araştırmalarım sonucu, konum ve lezzet olarak lokanda peskarija önerilmişti bana fakat deniz böcüklerinden pek hazzetmediğim için pek sevemedim.

otogar old city arası mesafe için taksiciler 60-70 kuna kadar bir miktar istiyorlardı bir ay önce, taksi ücreti pazarlıkla oldukça değişken olabilir, binmeden konuşmakta fayda var. otogar dedim çünkü ben sınırda vize için hiçbir sıkıntı yaşamadan mostar'dan otobüsle ulaşımımı sağladım.

son olarak türk olduğunuzu söylediğinizde aldığınız tepkinin "şehrazat!" olmasına şaşırmayın, üzücü de olsa binbir gece salgını bosna gibi dubrovnik'te de yayılmış durumdaydı. 
tekrar gideceğimi sanmıyorum ama sonuç olarak bu şehre güzel dememek haksızlık olur.

önce bir boşluk oldu kalp gidince


“yedi yaşında bir kıza kalp nakli yapmışlar, nakil yapılırken gazeteciler minik kıza soruyorlar ne hissediyorsun? minik kız ‘önce bir boşluk oldu kalp gidince ama şimdi iyi’ diyor. ben olsam böyle cümleler kuramazdım. lütfen siktir git derdim o gazeteciye.” 

ağzım açık kaldı.. bir kadından böyle üst bir oyunculuk daha önce hiç izlememiştim. 

dijana, yani esra bezen bilgin'den bahsediyorum. bu performansı her tiyatro izleyicisine şiddetle öneriyorum, hatta haddimi aşıp her kadın oyuncunun mutlaka izleyip ders almasını öneriyorum. neredeyse tamamını tek başına sırtladığı oyunda, oynadığı karaktere kendini adamışlığı ve konsantrasyonu bir an olsun gözünüzü sahneden ayırmamanızı sağlıyor. zaten tek perde sahnelenen oyunun ne ara bittiğini anlamıyorsunuz bile. kendi kimliğini tamamen bırakarak dijana olan oyuncunun anadilinin türkçe olduğundan şüphe edebileceğiniz kadar güzel bir vurgu ve aksanla "türkçeyi yeni öğrenen yabancı" konuşuyor sahnede.
özellikle, yatakta son müşterisi geldiğindeki "ne düşünüyorum?" tiradı, dans ederek mustafa'ya aşık olduğu anı anlattığı "dişleri bembeyazdı!" tiradındaki umudu ve mutluluğu ve "benim kafa sayılara basıyor, öyle diyor mustafa." derken bundan duyduğu gurur insanın aklına kazınacak cinstendi.

oyun kurgusu alışılmışın dışındaydı, belki de hikayeyi daha etkileyici yapan buydu. sonunda neler olduğunu gördükten sonra "aslında herşey böyle başlamıştı." kısmını görmek sarsıcıydı. 3 ayrı yatakta geçen hikayede kullandığı bu teknik için, sade dekor ve sınırlı müzikleesra bezen bilgin'in yeteneğini bu şekilde ön plana çıkardığı için, duygu sömürüsü yapmadan, kadın ticaretinin hikayesini böylesine güzel anlattığı için yönetmen mehmet ergen'i tebrik ediyorum.

modern türk tiyatrosunun getirdiği bu yeni nefese ihtiyacı vardı. yönettiği bütün oyunları izlemek isterim. talimhane tiyatrosu'nun oyunları için övgüleri hep duyardım, böylece şahitlik de etmiş oldum.

bazı detaylar ise şöyle;

- hikayenin orijinali afrikalı bir kadının londra'ya gelişini anlatıyormuş.
esra bezen bilgin ve mehmet ergen evlilermiş. birbirlerinin sanatına bu kadar pozitif katkı yapan başka çift yoktur sanırım.
mehmet ergen londra'da da çalışmalarına devam ediyormuş. çalışmalarıyla bir çok ödül almış. 
http://www.talimhanetiyatrosu.com üzerinden asistan olmak, ekibe dahil olmak veya gönüllü olmak için başvurular yapabiliyorsunuz.